Karesioğulları topraklarında İncilli (Karasu) adıyla bilinen yitik Türkmen köyünde o gün çocuklar arasında bir karmaşa vardı. Ellerde tahta kılıçlar, dillerde “Savulun bre!” naraları, dudaklarda mutlu tebessümler saçan bir sürü çocuk oynuyordu. Mevsim yazdı. Güneş tam tepede, hava sıcak mı sıcak, yüzler buram buram ter, yanaklar kan kırmızı. Çocuklardan biri tahta kılıcını döndüre döndüre kalabalığa daldı: “Mürsel geliyor bre, savulun!” Tahta kılıcını yaşıtlarından birinin kılıç yerine değnek tutan koluna indirdi: “Savulun dendi bre!” Çocuğun elindeki değnek yere düştü, diğer eliyle bileğini kavrayıp ağlamaya başladı. Yaşça büyük çocuklardan biri, Mürsel’i itti: “Sen savul zevzek! Kardeşimin elini acıtanın canını acıtırım!” Mürsel, kendisini iten çocuğa diklendi: “Sen de savul” dedi pervasız, “alargalan!”
“Alargalanmasam ne olacak?” Mürsel, tahta kılıcını ileri uzattı: “Deşerim!” Cevap gecikmedi: “Deş de görelim.”
Yaşça büyük olan çocuk, Mürsel’in iki yanağına iki tokat attı. Mürsel tahta kılıcını fırlatıp kendisine tokat atan çocuğu yere yıktı. Boğuşmaya başladılar. Nihayet yaşça büyük çocuğun sırtını yere getirip üstüne oturdu: “Bir daha sataşırsan, gözünün yaşına bakmam. Kardeşine isteyerek vurmadım, oyunun fazlaya kaçmışı böyle kazalara sebep olabiliyor. Bu iş onunla benim aramda. Yaşının büyüklüğüne, cüssenin iriliğine güvenip bir daha sataşırsan, karışmam” dedi ve üstünden kalktı.
Boşluğuma geldi dedi, çocuk, “hadi şimdi gel.”