Robinson Crusoe, dengesiz bir hesapçıydı. Tıpkı ‘Avrupa Medeniyeti’ gibi. Dengesizdi, çünkü Güney Amerika’da işlerini yoluna koymuş, tarım ve ticaretten epey para kazanmışken, ille de Afrika’da köle ticaretiyle büyük bir vurgun vurma hayaline kapıldı. Hesapçıydı, köle avına çıkarken düştüğü ıssız adada, önce ayakta kalmayı başardı; ardından neredeyse çokuluslu bir ‘devlet’ kurdu. Tebaası arasında Protestanlaştırılmış bir zenci (Cuma), putperest bir zenci (Cuma’nın babası), hatta Katolik bir Avrupalı bile vardı. O kadar hesapçıydı ki, adayı terk ettiğinde, toprağı tebaası arasında paylaştırsa da, tapuyu elinde tuttu!..
18.yüzyıl, Robinsonvari bireysel sömürgecilik çağıydı. Her ne kadar Doğu Hind Şirketi gibi girişimler kral ve aristokrasiden büyük destek alıyorduysa da, sonuçta ‘sömürgenler’ birey veya grup düzeyindeydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında, sömürgecilik toplumsal bir karaktere büründü. Sanayileşen/kapitalistleşen Avrupa toplumlarının iç çelişki ve sorunlarına bir cevap olarak, sistemleştirildi. İngiltere’yi yönetmekle sömürgeci olmak özdeşleşti. Brantlinger, İngiliz devlet adamlarından hareketle, süreci şöyle özetliyor:
Sömürgeler Bakanı (1895-1903) Joseph Chamberlain, sosyalizme ve yeni doğmuş İşçi partisine doğrudan rakip olarak ‘toplumsal emperyalizm’ kavramını icat etti. Elmas kralı Cecil Rhodes ise emperyalizmin yurt içinde sosyalizme nasıl bir alternatif oluşturabileceğini formüle etti: “Birleşik Krallık’ın 40 milyon sakinini kanlı bir iç savaştan alıkoymak için, biz sömürgeci devlet adamları, fazla nüfusu yerleştirecek ve onlar tarafından fabrika ve madenlerde üretilen mallar için yeni pazarlar sağlayacak yeni topraklar kazanmalıyız. İç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.” Kapitalizm sınırsız sermaye birikimi olduğundan, kazancın işçi sınıfı ile paylaşılmadan mevcut sermaye stokuna eklenmesi gerekiyordu. Bu durumda, işçilere sus payı olacak kaynak dışarıdan, sömürgelerden sağlanmalıydı.