Hanzala’nın yüzü, çocukluğumun en gizemli taraflarından biriydi. Bir gazete köşesinde mi, bir broşürde mi, yoksa bir televizyonda mı denk geldim, hiç hatırlamıyorum. Fakat karikatürdeki elleri arkasından bağlı, yalın ayaklı, herkese küsmüş o çocuğun yüzünü merak edip araştırmış, bulamamıştım. Biraz zaman geçip büyüdükçe zaten yüzünü niye bilmemem gerektiğini öğrenmiştim; Hanzala’nın niye bir yüzünün olmadığını da… Önce Gazze’de, sığındığı bir varilin arkasında, babasının kollarında öldürülen ve bunu tüm dünyanın seyrettiği Muhammed Durra’nın yüzü Hanzala’nın yüzü olmuştu benim için, sonra toprakları için cesurca tanklara taş atan tüm Filistinli çocuklar… Ömürlerinin en tatlı yıllarında toprağa düşen, kamplarda hayat mücadelesi veren, dövülen, kaçırılan; yavru kuşlar gibi çaresiz tüm çocuklar, Hanzala’ydı. Bir rengi yoktu, bir milleti yoktu onun. Bir gün Suriye’de bombalanan bir şehirde beliriyor, başka bir gün Afrika’da ayakta kalma mücadelesi veriyordu. İnsanlığın ilk günlerinden itibaren hikâyesi çalınan hangi çocuk varsa onun adına küsüyor, sırtını dönüyordu insanlığa. Hanzala bütün bunların yanı sıra çizeri Naci el-Alî’nin de Lübnan’daki bir mülteci kampında kaybolmuş çocukluğuydu.
Naci Selim el-Alî, ailesiyle birlikte Lübnan’daki Ayn el-Hilve Mülteci Kampı’na geldiğinde tıpkı Hanzala gibi 10 yaşındaydı. 1938 yılında doğduğu, Filistin’in Celile bölgesinde Şecere köyündeki evini, işgalci Siyonist çeteler zorla tahliye ettirmişlerdi. İşgalci çetelerin zorba istilalarından önce Şecere köyü; Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin birlikte yaşadıkları, çocukların sokakta birlikte huzur içinde oyun oynayabildikleri şirin bir yerleşim yeriydi. Arapça büyük felaket günü anlamına gelen “Nekbe” adının verildiği 15 Mayıs 1948 tarihi, yüzlerce Filistin köyü gibi Naci el-Alî’nin Şecere’sinde de huzuru bitirecekti. İsrail’in ilk başbakanı olan David Ben Gurion ve beraberindeki 25 kişinin 14 Mayıs 1948’de Tel Aviv Müzesi’nde açıkladığı İsrail Bağımsızlık Bildirgesi, aynı zamanda yüz binlerce Filistinlinin vatanlarından tehcir edileceğinin de ilanıydı. Bağımsızlık bildirgesinden bir gün sonra gemi azıya alan Siyonist çeteler, Yahudilerin iskânı için önceden belirlenen Filistin köylerini bastı. Bu baskınlarda binlerce kişi öldürüldü. 675 köy ve kasaba yok edildi. 957 bin kişi doğdukları topraklardan zorla göç ettirildi. Filistin’in tarihî ve kültürel dokusu katledildi. Akranları gibi Naci el-Alî’nin trajedisi de burada başladı.
1948 kışının başlangıcında gasbedilmiş topraklarını geride bırakan küçük Naci ve ailesi, ellerindeki her şeyi kaybetmiş bir şekilde Lübnan’ın güneyindeki Sayda şehrine sığındılar. Burada yerleştikleri Ayn el-Hilve kampında, zorlu kış şartlarında bir çadırda hayata tutunmaya çalıştılar. Onların hikâyeleri Suriye’ye, Ürdün’e ve Lübnan’ın diğer şehirlerine sığınan hemşehrilerinden çok da farklı değildi. Yurtlarını kaybetmişler, sığındıkları ülkelerde de ikinci sınıf insan muamelesi görmüşlerdi. Yine de Naci el-Alî kaldığı kampı seviyordu. Burayı ikinci vatanı olarak görüyordu. Büyüyünce ressam olmak istiyordu. Bu nedenle ilk resimlerini de kaldığı kampın duvarlarına çizmeye başladı. Eğitimini kamplarda kurulan derme çatma okullarda aldı. Resme olan yatkınlığını da ilk burada geliştirdi.