Önemli bir ilim dalı olarak coğrafyanın İslâm dünyasında parlaması 7. ile 10. yüzyıllar arasında gerçekleşen ve “Tercüme Hareketleri” olarak bilinen vetîrede meydana gelmiş; bu dönemde Sanskritçe, Pehlevîce ve Yunan kaynaklarından yapılan coğrafyayla alakalı tercümeler, İslâm entelektüel dünyasında bu ilme alakanın da artmasını sağlamıştı. Coğrafya hiç şüphesiz Müslümanlar tarafından bundan önce de malum bir ilimdi. Harpler, seyahatler ve hava tahminleri, bazı coğrafî bilgilere sahip olmayı gerektiriyordu. Mevcut ama iptidâî olan bu ilim dalının temeli, Abbâsîler döneminde yapılan tercüme faaliyetleriyle atılmış, 16. yüzyıla gelinceye kadar İslâm dünyasındaki âlimler tarafından büyük eserler telif edilmişti.
Osmanlı döneminde de coğrafya önemli bir ilim dalı olmuş, bu sahada ciddi bir yekûn tutan telif eserler verilmişti. Osmanlı’nın dev bir coğrafyaya hakim olması, ilim adamlarının bu ilme bîgâne kalmamalarını gerektiriyordu şüphesiz. Savaşlarda strateji geliştirmek için coğrafyaya hakim olmak zaruriydi. İbn Haldun, otobiyografisi et-Ta’rîf’te, Timur ile görüşmesinden bahsederken onun kendisinden Kuzey Afrika coğrafyasıyla alakalı iştahla bilgi istediğini, hatta bununla yetinmeyip bütün ayrıntılarıyla Mağrib diyarını, oraları görüyormuşçasına yazmasını talep ettiğini aktarmıştı. Timur bu bilgilere muhtemelen kafasında planladığı bir Kuzey Afrika seferi için ihtiyaç duymuştu. Özellikle müspet bilimlerin ilerleme kaydetmesinde askerî sâiklerin inkar edilemez bir payı vardır. İbn Haldun’a, yine kendisinin et-Ta’rîf’te belirttiği üzere, 12 sayfalık bir risâle yazdırtan ve bunu Moğol diline tercüme ettiren sâik de askerî idi. Sıklıkla kullandığımız GPS uygulamaları da zamanında askerî sâiklerle geliştirilip sonrasında yaygınlaşmamış mıydı?
Osmanlı da askerî sâiklerden vâreste değildi ama tek sebep de bu değildi. Mesela Allen James Fromherz’in İbn Haldun, Hayatı ve Dönemi isimli eserinde ifade ettiği gibi Kuzey Afrika’ya ulaşan Osmanlı hâkimiyeti bu bölgeyi, insanlarını ve tarihini tanımak için şüphesiz yazılı kaynaklara yönelmiş, böylece Mukaddime ile tanışmıştı. Entelektüel bir gayret de söz konusuydu ve bunun tarihi Osmanlı’da hayli eskilere uzanıyordu. Mesela Ali bin Abdurrahman’ın sade, güzel bir Türkçeye sahip Acâibu’l-mahlûkât’ı 14. yüzyıla, Edirne’nin yeni fethedildiği döneme aittir.
Bu sahada eser veren büyük isimlerden biri Âşık Mehmed idi. Onun, Kâtip Çelebi’nin coğrafyaya dair meşhur eseri Cihannümâ’ya, ayrıca Osmanlı coğrafyacısı Ebû Bekir bin Behrâm ile Evliyâ Çelebi’ye kaynaklık eden Menâzıru’l-avâlim isimli eseri, Osmanlı coğrafyacılığında yepyeni bir dönemin de mübeşşiridir. Başta Ebü’l-Fidâ’nın coğrafyaya dair eseri Takvîmü’l-büldân’dan istifade eden Âşık Mehmed, kendi dönemine kadar yazılmış önemli coğrafya eserlerini ciddi bir tenkid süzgecinden geçirmiş, onlara ilaveler yapmıştı. Eserini orijinal kılan tek unsur bu değildi şüphesiz. Aynı zamanda bir seyyah olan Âşık Mehmed, 20 yıldan uzun süren seyahatlerinin birikimini de hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı bu eserine akıtmıştı. Kimi zaman Osmanlı seferlerine katılmış, şehzadelerin meclislerinde bulunmuş; kimi zaman esir edildiği yerde bağışlanarak serbest bırakıldığı renkli ve hızlı bir hayata sahip olmuştu. Takip ettiği tenkid usûlü ve verdiği orijinal bilgiler bir tarafa, başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere seyahat ettiği bölgeleri döneminin bir şahidi olarak yazması, onu diğer coğrafya müelliflerinden ayıran en mühim unsurdur. Fakat başta Kâtip Çelebi olmak üzere pek çok isme kaynaklık etmesine mukabil, hem kendisi hem de eseri gölgede kalmıştı. Kimdi peki Âşık Mehmed?
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…