Türk eğitim tarihi için, 10 Haziran 1959, dönüm noktalarından biridir. Çünkü bu tarih Türkiye’de meclis tarafından 7344 sayılı kanunla İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılmasının karara bağlandığı gündür. Yeni açılan bu enstitünün lokomotifi Celâleddin Ökten Hoca’dır. Ömer Nasuhi Bilmen, Mahir İz, Üsküdarlı Hafız Kurra Ali Efendi, Ahmed Davutoğlu, Ali Nihat Tarlan, Bekir Sadak, M. Zekai Konrapa, Nihat Sami Banarlı, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Celal Saraç, Nihad Çetin, Halil Can, Yaman Dede gibi üstatlardır.
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılışından sonra, imam hatib okullarının da idarî işlerini, kadro meselelerini ve eğitim programlarını yürütmek için, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde Din Eğitimi Dairesi kurulur ve genel müdür olarak da Kemal Edip Kürkçüoğlu tayin edilir.
Enstitü yeni kurulduğu için ders programları, programların muhtevası konusunda müzakereler yürütülmekte, teklifler alınmaktadır. Zamanın Kemal Edip Bey de bu hususta, o sırada Paris’te yaşayan Hindistanlı âlim Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın fikrini sorar. Hamidullah, bu isteğe binaen Paris’ten uzun bir mektup yazar. Adı geçen mektup, bir dönem Din Eğitimi Genel Müdürlüğü’nde görev yapan merhum Cemal Cebeci tarafından kayda geçirilmiştir (Doksan Üç Yılın Ardından, s. 151-160).
Mektup, çok az kişinin bilgisi dâhilinde kalmış olmalı ki Hamidullah’ın eserleri içinde yer almamıştır ve ehlince de tartışılmamıştır. Bu mektup aslında Türkiye’deki dinî eğitimin geçirdiği serencamın ve arayışların da tarihidir.
Mevzu, yeni kurulan Yüksek İslâm Enstitüsü’nün dersleri, derslerin muhtevası, kaç yıl okutulacağı gibi hususlardır. Bu husus, enstitü çevresinde, siyasiler arasında, basında, dini hayat ve tahsil ile ilgilenen çevrelerde tartışılmış ve son nokta konulamamıştır. Kemal Edip Kürkçüoğlu da “yetkili merci” olarak gördüğü Hamidullah Hoca’dan fikrini sorar.
Dikkat edilirse, yukarıda adı geçen Yüksek İslâm Enstitüsü hocaları içinde, ders vermek vazifesi ile gelen birkaç hoca dışındaki hocalar akademik aşamadan geçmemişlerdir. Medrese sistemi ile yetişen bu eşhâsın diğer bir özelliği “İnsan, insanın gölgesinde yetişir.” anlayışı ile; ârif ve mutasavvıf kişiler olmaları, birçok âlimin rahle-i tedrisinden geçmeleridir. Branşı kimya olan Mahir İz’in tasavvuf derslerine girmesi, bunun en tipik örneğidir. Eskilerin “mütebahhir” dedikleri bu zevat, talebelere de bu yönleri ile tesir etmişlerdir. Adı geçen hocalarla, okuttukları dersler ve ders araçları arasında bir tutarlık varsa da bu, dönemin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte değildir. Çünkü muhteva, sınırlar, anlayışlar ve yorumlar hocalar ve eserleri ile sınırlıdır. Oysa “yeni şeyler söylemek lâzım”dır. Bir spekülasyon olsun diye değil; bir tespit olarak söylüyorum ki; Türkiye’de son 70 yıldır din eğitimini, dini yorum ve anlayışı büyük oranda bu kadro ve bu kadronun şekillendirdiği nesil belirlemiştir. Ankara İlahiyat Fakültesi, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden önce açılmasına rağmen neden orası değil de burası? Çünkü Ankara İlahiyat Fakültesi’nden böyle bir beklenti yoktur. Bu fakülte o günkü Türk toplumunun dini düşünce ve hayatındaki ihtiyaçları karşılama beklentisinden ziyade, siyasi mülahazalarla açılmıştır. O kadar ki Ankara İlahiyat Fakültesi dediğimiz eğitim kurumunda esas dersler arasında Kur’an-ı Kerim yoktur. Fakültenin talebeleri Kur’an okumayı kendi kendine, aile büyüklerinden ya da Ankara’daki cami görevlilerinden vs. öğrenmiştir.
Devamı Derin Tarih Kasım Sayısında…