İngilizlere karşı verdiği bağımsızlık mücadelesiyle 1776 yılında bağımsızlığını kazanan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), emperyalizm karşıtı söylemleriyle kendisini Avrupa devletlerinden farklı bir yere konumlandırmıştır. Ancak hızlı sanayileşme ve güç temerküzü Amerikan yayılmacılığını kaçınılmaz kılacaktır. Bu yayılmacılık Güney Amerika söz konusu olduğunda saldırgan bir tavra dönüşürken, dünyanın geriye kalanı için daha yumuşak politikalarla kendisini göstermiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında süper güç oluncaya kadar ABD, dış politikasında temel hak ve hürriyetlere, ülkelerin sınır bütünlüğüne saygılı, daha liberal bir tavır sergilemiştir. Bu süreçte dünyayı tanımak için kullandığı araçlardan biri misyoner örgütleridir. 19. yüzyılda Amerikan misyonerler gittikleri ülkelerin coğrafi özellikleri, bitki örtüsü, yeraltı kaynakları, geçim şartları, nüfusu gibi konularda bilgi toplama; geleneksel toplumların etnik ve dinî yapılarını, sosyokültürel özelliklerini tanıma; siyasî grupları, çatışma hatlarını tespit etme hususunda oldukça iyi iş çıkarmışlardır!
Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarındaki ilk faaliyetleri 19. yüzyılın başlarına tekabül eder. İmparatorluk sınırları içinde ilk Amerikan okulu ise 1824’te Beyrut’ta kuruldu. 1910’a gelindiğinde bu okulların sayısı 500’ü geçmiş ve yaklaşık 30 bin öğrenciye eğitim verilmişti. Bu kitlesel eğitimin bölgeye etkisi epeyce düşündürücüydü. Kolejlerin en tehlikeli yönü, imparatorluk topraklarında milliyetçiliği tetiklemeleri olmuştu. İlk Amerikan kolejine ev sahipliği yapan Lübnan aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin yeşerdiği yerdi. Araştırmalar göstermektedir ki Osmanlı topraklarındaki Ermeni isyanlarıyla bu okullar arasında ciddi bağlantılar mevcuttu. Hatta bazı okullar Ermeni çetelerine silah ve mühimmat yardımı bile yapmıştır. Yine bu süreçte bölgedeki mezhebî gerilimler de epeyce artmıştı.
Misyoner okullarının bu şaibeli faaliyetleri tabii olarak rahatsızlık uyandırmış ve bazı itirazlara yol açmıştı. Bu yüzden ABD misyoner örgütlerini büyük oranda sahadan çekecek ve 19. asrın sonlarında onların yerini büyük şirketler tarafından kurulan vakıflar alacaktı. Bu değişime öncülük eden Carnegie, Ford ve Rockefeller vakıflarının başarıları yeni bir çığır açtı ve 20. yüzyılda ABD’de benzer amaçlara hizmet eden 40 binden fazla vakıf kuruldu. Bunların bir kısmı ulusal düzeydeki faaliyetlerle yetinirken, bazıları küresel hayır kurumlarına dönüştü.
Carnegie, Ford ve Rockefeller gibi devasa şirketlerin sermayelerinin bir kısmını hayır işlerine aktarması ve vakıflar kurması öncelikle ulusal ihtiyaçlar ve toplumsal talepler doğrultusunda tezahür eden bir gelişmeydi. 20. yüzyılın başında ABD küresel bir güce dönüşse de ülkedeki gelir dağılımı kapitalizmin vahşi yüzünü resmediyordu. Artan fabrika sayıları ve teknolojik gelişmeler ülkenin güçlenmesine katkıda bulunmuştu fakat bu durum halkın refah düzeyine yansımıyordu. Başta Amerika olmak üzere kapitalist sistemin tepesindeki ülkeler bu gerilimin toplumsal bir çatışmaya dönüşmemesi için daha paylaşımcı bir sosyal devlet modeline doğru evrilmek durumunda kaldılar. Başlangıçta pek isteksiz olsalar da 1929’da yaşanan ekonomik buhran bu değişimi zorunlu kılacaktı. Çünkü krizi tetikleyen yegâne sebep, devasa bir üretime karşılık, alım gücünün yetersizliğinden tüketimin çok cüzi seviyede seyretmesiydi. Başka bir ifadeyle, büyük şirketlerin biraz daha cömert davranarak emek gücünü tüketici kitleye dönüştürmesi gerekiyordu.
Kurulan okullar, hastaneler veya bağışlar ayrıca ulusal ölçekte şirketlerin vergi yükünü hafifletiyor, karşılaştıkları bürokratik engellerin daha hızlı aşılmasını sağlıyor; ulus devlet mekanizması içinde daha rahat hareket etme imkânı veriyordu. Öte yandan, çalışma alanları sınır ötesine taşan vakıflar zamanla ABD’nin dış politika aracına dönüştü. Carnegie, Ford ve Rockefeller gibi büyük şirketler hem farklı ülkelerdeki mevcut statülerini sağlamlaştırmak, hem de yeni fırsatlara kapı aralaması için hayırseverliği bir araç olarak kullandılar. Sağlık, eğitim, alt yapı, ulaşım ve teknik ihtiyaçların karşılanması amacıyla bağış yapan şirketler kurdukları olumlu ilişkiler, inşa ettikleri iletişim ağları ve çıkar grupları ile ABD hegemonyasının dünyaya uzanan eli, kolu, kulağı ve gözü oldular.
Devamı Derin Tarih Mart Sayısında…