Tarihin bilgisi, zamanın bir yerinde öylece durup da tarihçinin gelerek kendisini almasını bekleyen bir bilgi değildir. Metinlerde, söz varlığında, kültürde, kolektif hafızada, maddî kültür buluntularında vb. parçalar halinde bulunur ve tarihçi tarafından adeta mimarî bir yapı gibi inşa edilir. Öte yandan bu inşa faaliyeti yalnızca “tarih parçacıkları”nı bir araya getirmekle de sınırlı değildir. Bundan daha önemlisi, inşa faaliyetini yürüten tarihçinin sahip olduğu yeterliliklerdir. Tarihçi ne kadar maharetli (ve elbette birikimli) ise ortaya konulan tarih bilgisi de o kadar kuvvetli ve gerçekçi olur. Bir başka ifadeyle, tarih ile tarihçi arasında varoluşsal bir irtibat vardır ve tarihçiden bağımsız bir tarih düşünülemez.
Tarih bilgisinin bir çeşit kolektif hafıza olarak sosyal, siyasî ve dinî yapının teşekkülünde belirleyici bir rol üstlendiği hatırlanacak olursa, tarihçinin ehemmiyeti de kendiliğinden ortaya çıkar. Tarihçi, ürettiği bilgiyle sosyal (dolayısıyla da siyasî ve dinî) olana yön verir. Bu yönüyle örnek verecek olursak, ulus devlet olgusu bir tarih okumasıdır. Dünyayı kan gölüne çeviren ve iki dünya savaşı ile milyonlarca insanın ölümüne neden olan ideolojiler ya da toplumlara zorunlu ve zoraki bir ilerleme yönü tayin etmeye gayret eden devrimler de öyle. Meseleye bu açıdan bakıldığında, son 200 yılda içerisine yuvarlandığı bir varoluş çukurunda debelenen İslam dünyasının en temel sorunu, kendisine ilişkin sağlıklı bir tarih okumasından yoksun olmasıdır. Nitekim birçok tarihçi/mütefekkirimiz de bu sorunun bilincinde ve tarihin coğrafyasından hareketle ülkemize ve coğrafyamıza bugün ve gelecek vizyonu oluşturma gayreti içerisinde olmuştur. Sözünü ettiğimiz bu tarihçi/mütefekkirlerimizden biri de Selçuklu tarihçiliğinin gelmiş geçmiş en büyük ismi olarak kabul edilen merhum Osman Turan’dır.
1914 yılında Trabzonlu bir ailenin çocuğu olarak Bayburt’ta dünyaya gelen Osman Turan, 1935’te Atatürk tarafından “resmî tarih tezleri”ni tahkîm etmek amacıyla Ankara’da kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde tarih eğitimi aldı.
İlk gençlik yıllarını Trabzon’da geçiren Turan’ın bu bakımdan “her anlamda Batılılaşma” nosyonunu temel paradigma olarak benimseyen yeni ulus devletin merkezinde, Cumhuriyet’in “yeni ve modern” bir biçim vermek çabası içerisinde olduğu “taşra”yı temsil ettiği söylenebilir. Turan’ın, kendisine izafe edilebilecek bu temsiliyeti bizatihi benimsemekle kalmayıp aynı zamanda bir “dava ve mücadele” meselesi haline getirerek hayatının sonuna kadar devam ettirdiği, bundan dolayı da hayatının çeşitli dönemlerinde muhtelif sorunlar yaşadığı bilinmektedir.
1940’lı yıllardan itibaren neşretmeye başladığı metinlerine bakıldığında, onun yeni Türkiye’nin kendisine biçtiği misyonun temel hattını oluşturan tarih anlayışına karşı eleştirel bir tutum içerisinde olduğu görülür. Hocası Fuat Köprülü gibi Türk tarihini bir bütün olarak ele alan Turan, İslamlaşma olgusunu Türk tarihinin motor gücü olarak kavramış ve tarih anlayışını bu zemin üzerinde şekillendirmiştir. Bu bağlamda hem Türk İslamlaşmasının somut hale geldiği Selçuklular dönemini öne çıkarmış, hem de ulus devletin tarih anlayışı tarafından paranteze alınmak istenen Osmanlılara iade-i itibarda bulunmuştur. Sultan Abdülhamid başta olmak üzere kendilerine ilişkin “olumsuz imaj” inşa edilen Osmanlı hükümdarlarını “savunan” yazıları bu meyanda önemli metinlerdir. Osmanlı çağını Türk ve İslam tarihinin zirvesi olarak değerlendiren Turan, Türk entelijansiyasında Osmanlılar döneminin gündem haline gelişinde hatırı sayılı bir pay sahibidir.
Türk Tarih Tezi’nin aksine Türkiye’yi İslam dünyasının bir parçası (hatta diğer parçalardan da sorumlu olan ana parçası) olarak gören Osman Turan bir medeniyet ve toplum mütefekkiridir. Türk tarihinde biri İslamlaşma, diğeri ise Batılılaşma şeklinde özetleyebileceğimiz iki büyük medeniyet değişimi olduğu üzerinde durmuş, yükseliş ve çöküş dönemlerini değerlendirerek bu dönemlerde işler halde olan nedensellikleri saptamaya gayret etmiş, tarihe yön ve biçim verenlerin “seçkinler” olduğunu dile getirerek tarih felsefesi yapmıştır. Türk tarihini bu şekilde geniş bir hat üzerinden kavrayan, tefekkürün nesnesi kılarak tasvir eden ve mensubiyet anlatısına dönüştüren tarihçilerimizin sayısı çok değildir.
Devamı Derin Tarih Mart Sayısında…