Ulusların veya devletlerin yükseliş ve düşüşlerinden söz etmek Soğuk Savaş sonrası dönemde akademik bir modaya dönüştü. Önce, düşenlerin sosyalist ülkeler/uluslar olduğu fazlaca dillendirilse bile, esas düşmekte olanın o çok heybetli gözüken “Amerikan İmparatorluğu” olduğu gün geçtikçe netleşmeye başladı. Tabiat boşluktan hazzetmediğine göre, düşenlerin yerini yeni güçlerin alması gerekiyordu. Son 30 yıllık gelişmeler, Çin’in dünya sisteminde hegemonik rol oynamaya en güçlü aday olduğunu gösterdi. Adaylık sürecinin de en az 30 yıl sürebileceği tahmin edilmekte ve devir teslim töreninin “kanlı mı, kansız mı” olacağı tartışılmaktadır. Muhtemel gelişmelerin hem ulusal hem de küresel ekonomik/politik düzenlerimizin ne ölçüde hayrına olacağı da ciddi birer tartışma konusudur. Ulusal yönden yükseliş sırası ‘Doğu’da olsa bile, ‘Batı’ ile ittifak ilişkisi Türkiye için hâlâ daha yararlı olabilir. Küresel yönden, 1,5 milyar nüfuslu bir ülkenin kapitalist sistemin merkezine oturması, kocaman bir mandanın bebek leğenine oturmasına benzer bir ekolojik felaket doğurabilir. Keza Çin’in yükselişi içeride yeni sosyal gerilim ve çatışmalara yol açabileceği gibi, ABD’nin düşüşü de toplum-içi gerilim ve çatışmaları zapt edilemez boyutlara getirebilir.
Amerika’daki sosyal gerilimler aslında işin başından itibaren hissediliyordu. Popüler yazarlardan Christopher Lasch, Seçkinlerin İsyanı ve Demokrasiye İhanet başlıklı kitabında açıkça “Amerikalılar gelecekten korkuyorlar” diyordu. Çeyrek asır önce yayımlanmış olan bu kitabı okursanız, 2021 yılında Amerikan kongre binasının “boynuzlu beyazlar” tarafından basılmasını hiç mi hiç yadırgamazsınız. Kelimesi kelimesine şöyle diyordu: “Etnik düşmanlıklar cemaatleri bölmektedir. Yönetim hantallaşmıştır. Devlet okullarının cılkı çıkıyor, uyuşturucu ticareti almış başını gidiyor, her yerde şiddet suçları işleniyor. Orta sınıf, rekabetçi küresel ekonomide iş güvencesini yitiriyor. Amerika’nın sorunları o kadar başedilmez durumdadır ki, demokrasinin bu ülkede yaşayıp yaşamayacağı bile şüphelidir.” Immanuel Wallerstein ise Güney’den Kuzey’e (özellikle de ABD’ye) yönelen muazzam göç, bütün zengin ülkeleri demokrasiden çark ettirebilecektir diyordu: “ABD kendini umutsuzluktan ve Üçüncü Dünya savaşlarının maliyetlerinden uzak tutmaya çalışırken, zenginliğini korumak isteyecektir. Göç dalgasını durdurmada başarısız olması halinde, vatandaşlar ile vatandaş-olmayanlar arasında bir duvar oluşturacaktır. Göz kapayıp açıncaya kadar ABD, kendini tabandaki yüzde 30, hatta yüzde 50 ücretli emek gücünün vatandaşlık hakkı olmayanlardan meydana geldiği bir durumda bulabilir. Bu vuku bulursa, saatlerimizi 150-200 yıl geriye almış olacağız.”