19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında dünyanın savrulduğu siyasî zeminde zor günler geçiren Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutabilmek için Türk entelijansiyası arasında öne çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirleri 1. Dünya Savaşı ile birlikte pratikte işlevsiz hale gelince, düşünce hayatımızda yeni bir fikir hareketi belirdi: Anadoluculuk. Tarihî dönemeçler yeni kararların alınmasını zorunlu kılıyor, yeni kararlar yeni fikirlere zemin hazırlıyor ve yeni fikirler yeni hedeflere hizmet ediyordu. Anadoluculuk böyle bir düzlemde ortaya çıktı. İlk kez 1920’li yılların başında yayınlanan Dergâh dergisinde görünür olmakla birlikte, gerçek hüviyetine 1924-25 yılları arasında sadece 12 sayısı çıkan Anadolu Mecmuası ile kavuşan Anadoluculuk, temelde “elde kalan son toprak parçası” durumundaki Anadolu’nun muhafaza edilebilmesi kaygısına istinat ediyordu. Batılı Adam’ın sömürgeci büyük devletlerinin yeni ileri kolu olarak dünyayı kan gölüne çeviren mikro ulusçu kavrayışlarla zehirlenen toplumsal grupların merkezden kopma reflekslerine karşı “merkezi yeniden tarif etme” çabası olarak temayüz etmişti. Üç kıtaya hükmeden devasa bir imparatorluktan geriye Anadolu yarımadası kalmıştı ve küllî bir yok oluşun önüne geçebilmek, milletin varlığını muhafaza edebilmek için Anadolu’nun korunması gerekiyordu. Yangından kurtarılacaklar listesinin başındaki Anadolu’nun etrafına koruyucu bir fikir halesi çekmek… Meselesi buydu.
Tefekkür sahnemize çıktığı günden beri genel itibarıyla bir düşünme ameliyesi olarak kalıp aksiyoner bir harekete dönüş(e)meyen, mensubu olarak görülen isimlerin düşünsel bir çatı altında bir araya getirilmelerinin çok da mümkün olmadığı Anadoluculuk düşüncesi, “Anadolu hassasiyeti” denilebilecek bir özün etrafında gelişmiştir. Bu bakımdan, Anadolu hassasiyetine sahip birtakım mütefekkirlerin benimsemiş oldukları muhtelif dünyayı kavrama biçimleri etrafında gerçekleştirdikleri “Anadolu üzerine bir tefekkür faaliyeti” olarak nitelendirilebilir. Günümüzde bu tefekkür faaliyeti “unutulmuş gibi görünmekle birlikte”, işin aslı Anadolu Türkiye’sinin temelindeki taşlardan biri de Anadoluculuğa aittir. Anadolu hem muhafaza edilmiş, hem de bir bilinç olarak hiç yitirilmemiştir.
Anadoluculuk, her ne kadar muhtelif düşünme biçimlerine sahip kimseler tarafından gerçekleştirilen bir tefekkür faaliyeti olsa da zaman içerisinde hareketin bünyesinde “müşterek” kabul edilebilecek (Anadolucuların önemsedikleri ve üzerinde düşündükleri) bir kavramlar kümesi oluştuğu da söylenmelidir. Hareketin mümeyyiz vasfı olarak nitelendirilmesinde bir beis olmayan bu kavramlar kümesinin yeni bir kimlik arayışından kaynaklanan bir “öz-düşünüm” faaliyeti olduğu görülmektedir.