Osmanlı cemiyetinde maariften sıhhiyeye kadar hemen bütün amme hizmetleri vakıflar vasıtasıyla yürütülürdü. Zira şer’i hukukta devletin ekonomik ve sosyal hayata müdahale etmemesi esastır. Osmanlı tarihinde, hastalara ilaç tedarik etmekten kuşlara yem dağıtmaya, duvar yazılarını silmekten yaz günlerinde halka soğuk su dağıtmaya kadar çok enteresan sahalarda hizmetler veren vakıflar mevcuttur. Para vakıfları da onlardan biridir.
İnsanların ihtiyaçları sınırsızdır ve bunları karşılamak için her zaman nakit bulunamaz. İşte bu yüzden ihtiyacı olana borç vermek, hukuken meşru ve dinen de sevaplı bir iş olarak görülmüştür. Ancak bir yandan cemiyetteki para darlığı, öte yandan verilen paranın çoğu kez geri dönmeyip borç verenin mağduriyete uğraması bu tür akitlerin tatbikatını zorlaştırır. Hayli riskli bir muamele hâline geldiği için insanlardan borç vermelerini istemek imkânsız olur. Ayrıca İslam hukukundaki ribâ (faiz) yasağı sebebiyle kredi bulmak pek de kolay değildir. Peki, bu hâlde darda kalan insanlar ne yapabilir?
İslam hukukunun parlak ve şümullü bir şekilde cereyan ettiği Osmanlı cemiyetinde bu meseleye çareler aranmış ve bulunmuştur da: Para vakıfları (vakfu’n-nukûd). Nukûd, nakdin çokluk hâlidir ki, altın ve gümüş para demektir. İslam hukukunda da esas alınan bu ikisidir. Bunun dışında ufak tefek şeyleri almak için başka metallerden de para basılmasına cevaz vardır; ama vadeli akitlerde onlara değil, altın ve gümüşe itibar edilir. Gelelim bu vakıfların nasıl kurulduğuna ve çalıştığına. Para vakfında muayyen bir meblağ vakfedilir. Bu meblağ çeşitli usullerle tenmiye edilir, yani nemalandırılarak işletilir. Böylece vakfın sermayesi ile fertlerin kredi ihtiyacı karşılanırken, vakfın geliri de bir hayır cihetine sarf edilmiş olur.
Şer’iyye mahkemesi sicillerinden öğrendiğimiz kadarıyla para vakıflarının bilinen en eskisi 1423 tarihine aittir. Edirne’de Yağcı Hacı Muslihüddin 10 bin akçe vakfedip gelirinin, Kilise Camii’nde her gün Kur’an-ı Kerim okuyan üç kişinin her birine 1’er akçe verilmesini şart koşmuştu. Sultan Fatih’in kurduğu bir para vakfı da yeniçerilerin et ihtiyacının karşılanması cihetinde hizmet veriyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında bu vakıf daha da büyütüldü.
Osmanlı buluşu olduğu anlaşılan para vakıfları 16. asırda Sofyalı Bâli Efendi’nin risalesinden öğrenildiğine göre, öteden beri Rumeli’de hayrat eserlerinin gelir kaynağı olarak tatbik edilmekteydi. Demek ki daha o zaman buna cevaz verilmişti. Nitekim Şeyhülislâm İbn Kemal, nam-ı diğer Kemalpaşazade’nin (ö. 1534) para vakıflarının cevazı ve faydası üzerine bir risalesi olduğuna göre bu mevzu daha eskiye gitmektedir. Bu devirde para vakıfları o kadar yayılmıştı ki, çoğu vakıfta müderris ve imam maaşları buradan karşılanıyordu. Sultan II. Bayezid (1481-1512) İstanbul’da yaptırdığı medresenin vakfiyesine, şeyhülislamın haftada bir gün ders vermesi mukabilinde para vakfından ücret alması şartını koydurtmuştu.
Şeyhülislâm Sa’di Efendi de (ö. 1539) bizzat para vakfı kurmuş; kârının her gün anne ve babasının kabri başında birer cüz okuyan iki dârülkurrâ (hafızlık mektebi) talebesine verilmesini şart koşmuştu. Para vakıfları halkın kredi ihtiyacının karşılanması yanında, ulemanın maddî olarak desteklenmesi fonksiyonunu da icra ediyordu. Aynı zamanda bu vakıflar hükümet kontrolünde cereyan eden bir para pazarı hüviyetindeydi. Hem beklenmedik afetlerin hâsıl ettiği zararın telafisi veya ani vergilerin karşılanması için kurulan avarız vakıfları; hem de yeniçeri, esnaf ve harem ağalarının kredi ve tekaüt maaşı için kurduğu orta sandıkları birer para vakfıdır. Böylece bu müesseseler sadece bir kredi kaynağı değil, aynı zamanda bir sosyal sigorta fonksiyonunu da görmüştür. Ayrıca tefecilerin halkı sömürmesine mâni olan meşru bir alternatif teşkil etmiştir.