Doğrusunu söylemek gerekirse sizlere annemi tanıtmak veyahut onun ardından bir anma yazısı (nekroloji) yazmak gibi bir niyetle almadım kalemi elime. Esas niyetim vefatından sonra evine girdiğimde kitapları arasında bulduğum yirmi küsur sayfalık Osmanlıca notları belki tasavvuf araştırmacılarına bir faydası olur diye yeni harflere geçirip yayınlamaktı. Ama o defteri hazırladıktan sonra başına annem hakkında kısa bir malumat versem fena olmaz fikriyle beraber zihnime hücum eden hatıralar, rivayetler, resim kareleri ortaya böyle kırkambar bir yazının çıkmasını sağladı. Batıda yaygın olan bir nevi “aile tarihi” de diyebiliriz buna. Balkan Savaşlarından 70’lerde ivme kazanan dindarlaşma sürecimize, tasavvuftan Kovid-19’a kadar yakın dönem tarihimize mikro pencereden bakan bir yazıoldu. Zaten epeyce bir zamandır anılarımı yazmam konusunda dostlardan teşvik ve tazyik görüp duruyordum. İşte bu yazıyla küçük bir pencere açma denemesi yapmış oldum. Baba tarafımın ve bilahare bendenizin hikâyesini ne zaman yazarım bilmiyorum ama işte size annemin hikâyesi ve benim o hikâyeden çıkardıklarım:
2020 Mart başında, vazifeli olarak bulunduğum ülkeden bir toplantı için kısa süreliğine memlekete çağrıldım. Uçaktan iner inmez salgından dolayı toplantının son dakikada iptal olduğu haberini aldım. Vardır bir hikmet, dedik. Ertesi gün annemi görmek maksadıyla yanına gittiğimde bana, “Aman oğlum artık otur oturduğun yerde, ne işin var uzak diyarlarda!” diye o bildik sitemini yaptı. Kendisine verdiğim, “Ne yazılmışsa onu yaşıyoruz anne, bize de bu yazılmış” şeklindeki cevabımı duysa da duymazdan geldi. O günlerde üzerinde bir ağırlık olduğunu ve sürekli uyumak istediğini söyledi. ‘Doktor’, ‘hastane’ kelimelerine karşı fobisi vardı, bunları konuşmak dahi istemezdi. Durumunu pek beğenmeyince ertesi gün kendisini zar zor ikna ederek hastaneye götürdük. Bir ilaç yazarlar hemen döneriz, dedim. Kandırmak için değil, gerçekten öyle sanıyordum. Nereden bilebilirdim bunun son görüşmemiz olacağını. Ateşi yoktu ama halsizdi. Acil serviste kendisini içeri alıp bizi apar topar dışarı çıkardılar. Kovid-19 salgının yeni başladığı günlerdi ve her yerde bir belirsizlik vardı. Ertesi gün görüştüğümüz doktor, “Teyze bizi çalıştırmıyor. Bağladığımız kabloları, serumları söküp atıyor. ‘Bir şeyim yok, çıkarın beni buradan’ diyor” dedi. Peşinden de, “Doğrusunu söylemek gerekirse bu bir bakıma iyi bir şey. Canlılık göstergesi. Diğer hastalar gibi değil. Ama işimizi yapmamıza müsaade etmiyor. Uyutmak zorundayız. Bilginiz olsun” dedi. Nereden bilebilirdik bunun onun son uykusu olacağını. Ve o uykudan uyanamadı. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” der Hz. Peygamber (sas). Yani bu gözle bakarsanız, uykuda olan aslında biziz, o ise uykusundan uyandı şimdi.
Toplam 21 gün kaldı hastanede. O süre zarfında bizi içeri almadılar, hiç görüşemedik. Aralıkla üç kere test yapıldığını öğrendik, hepsinde de sonuç negatif denildi. Tek başlarına, yanında hiçbir yakını olmadan o hastaların neler yaşadıklarını ancak Allah bilir. Sonunda vefat etti dediler ve ölüm raporunu pozitif olarak verdiler. “Nasıl oldu?” dedik. Modern tıbbın da kesin bilgiye ulaşamadığının göstergesi olan, “Şöyle de olmuş olabilir, böyle de olmuş olabilir” gibisinden cevaplar aldık. Yani yoktu birbirimizden farkımız, pozitif bilim de yakîne ermiş değildi, hâlâ arıyordu. Ama o günler televizyon kanalları bilime mutlak inanmanın farziyetinden bahseden din adamı jargonlu bilim adamları kaynıyordu. Bu türün yobazlarının en rahatsız edici tavırları ise artık uluslararası bilim camiasında da terk edilmiş olan bilimi dine alternatif olarak sunmalarıydı. Oysa bütün dünyada bu iki sahanın uzmanları insanlığın hayrına el ele kol kola beraber çalışıyorlardı. Bulunduğum ülkelerde buna birebir şahit oluyordum.
Hâsılı muhterem validem Hacı Melâhat Kılıç’ı alın yazısındaki nefes sayısı o kadar olduğu için 87 yaşına girmesine iki ay kala 9 Nisan 2020 Perşembe günü ikindi vaktinde toprağa verdik. Tam da salgının zirve yaptığı günlerde. Defin izni de buna göre verildi, ancak üç beş yakınımızla ifa etmek şartıyla. Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabristanına sırladık. Eğer Türkiye’de 9 Nisan günü Kovid 19’dan vefat edenler olarak ilan edilen 96 kişiden birisi de annem idiyse “Salgın hastalıktan ölenler şehittir” nebevî fermanınca şehid oldu diye teselli buluyoruz. Hususen benim için ikinci bir teselli kaynağı da son anlarında yanında ve de defin hizmetinde bulunmam oldu. Taziyede bulunan bazı dostların, “Toplantı bahane annen seni ayağına çağırmış” demeleri de o hüzünlü günde gönlüme bir ferahlık vermedi değil. Kim bilir belki hayırsız oğlunu bu sayede affeder diye içime bir ümit düştü. Aksi takdirde uçuşlar durdurulduğu için o uzak diyarlardan gelebilmem mümkün olamayacaktı. Nitekim Kanada’da yaşayan biraderim cenazeye gelemedi, abi-kardeş sarılıp birbirimizi teselli dahi edemedik. Yakınlarını koronavirüs nedeniyle toprağa verenlerin bir gazeteye anlattıkları gibi; hastalığın en ileri safhasında yanında olamamayı, son nefesini vermeden içinizde kalan bir şeyi onunla paylaşamamayı, arkasından normal bir cenaze töreni düzenleyememeyi ve tâziyesinde kimseyle kucaklaşamamayı bizzat yaşadım. Bu vesileyle böylesi zor ve manidar süreçte bütün vefat edenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabırlar niyaz ederken bizzat yaşayıp atlatan herkese de geçmiş olsun deriz…