Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı 12-19 Mart 2007 tarihleri arasında Avusturya’daydı. Benim de üyesi bulunduğum Salzburg Felsefe Topluluğu’nun (Salzburger Philosophische Gesellschaft) büyük bir şerefle davet ettiği ilk Türk filozofu olarak, “Medeniyet ve Tarihinin Krokisi” (Zivilisation und die Grundrisse ihrer Geschichte) ve “Medeniyet Tarihi Çerçevesinde Türk Kültüründeki Değişimler” (Türkische Kulturverwandlungen im Rahmen der Zivilisationsgeschichte) başlıklarını taşıyan konferanslar vermişti.
Büyük bir heyecanla ağırladığımız Teoman Duralı Beyefendi ile Avusturya topraklarında geçirdiğim bir hafta bana paha biçilmez hatıralar bağışlamıştı. Bu zaman diliminden; muazzam sohbetlerin, dostça dertleşmelerin, engin muhabbetlerin taşıp diğer insanları da bir şekilde etkileyeceğini biliyordum. Bu sebeple Salzburg’taki 1703 kuruluş tarihli Cafe Tomaselli’de kendileriyle bir hasbihal gerçekleştirmiştim. İlk olarak kendilerine “Sorun Nedir? isimli mühim eserinize Hz. Ali’nin ‘Başkasında görüp de nefret ettiğin şey, sana edeb olarak yeter’ sözüyle başlıyorsunuz ve robota dönüştürülmüş beşerin hikâyesiyle sözünüzü sonlandırıyorsunuz. Sorun Nedir?’i yazmanıza sebep olan şey robotlaşmış beşerin hâline olan nefretiniz midir?” diye sormuştum. Şöyle cevap vermişti: “Varoluşumun sebeb-i hikmeti dünyanın girmiş olduğu derin bunalımın bende yarattığı kaygıdır. Kaygıyı giderecek tedbirlerin felsefe tarafından alınması gerektiğine inanıyorum. Sorun Nedir? adlı eserimin de bir çeşit çağımızın, durumumuzun teşrihi olduğunu düşünüyorum.”
Duralı’nın severek okuduğu filozoflardan olan Søren Kierkegaard, “Sığ insan kaygı duymayan insandır. Kaygıyı çıkarın, ruh darmadağın olur. İnsanı ayakta tutan şey kaygıdır. Tinsel insan, kaygı duyan insandır. Tensel insanınsa kaygısı olmaz, sığdır” der. Yine Duralı’nın severek okuduğu bir başka filozof olan Martin Heidegger, Varlık ve Zaman adlı eserinde “kaygı”yı anlatırken 2. yüzyıla ait içinde kaygıdan bahsedilen mitolojik bir eserden alıntı yaparak bir düşünce ortaya koyar. Kaygı, Latincede “Cura” diye yazılır. O eserde kaygı ilginç bir mitolojik metafor ile anlatılır. Cura, yani kaygı bir ırmaktan karşıya geçtikten sonra, ırmağın kenarında kil görür. Cura kile bir insan şekli verir ve ona bir ad vermek ister ama evvelinde Roma mitolojisinin en büyük karakteri olan Jüpiter’e der ki: “Buna bir ruh ver!” Jüpiter ona bir ruh verir ve ondan sonra da Jüpiter’e der ki: “Ona bir ad vermek istiyorum, kendi adımı!” Jüpiter de “Hayır! Ona ruhu veren benim, benim adım olacak!” der. Nihayetinde bu kavgaya toprak da karışır. Toprak: “Ama kil benim, dolayısıyla onun adı toprak olmalı!” der. Satürn’ü, yani zaman tanrısını hakem tutarlar. Satürn’e derler ki: “Söyle ne yapalım, buna hangi adı verelim?” Satürn hakem tanrıdır ve şöyle der: “Adı ne Jüpiter, ne Toprak olacak, ne de Cura olacak! Jüpiter olmayacak çünkü ruhunu verdi, bu kilden oluşmuş beden öldüğünde nasıl olsa ruhu sana geri gelecek. Toprak olmayacak çünkü bedeni toprak, o da toprağa geri dönecek. Cura bu kile şekil verdiği için sadece ve sadece o, şekil yok olana kadar sahibi olacak ama adı Cura da olmayacak! Adı homo olacak! Çünkü bu humustan, (humus Latincede toprak demek), çamurdan, balçıktan yapılmıştır.”
Dolayısıyla o ortaya çıkmış kilden karakterin sahibi “kaygı”dır. Çok sonraları bu bahsedilen hikâyede bir açık bulunur ve denir ki: “Cura insanın şeklini nereden biliyor da kile insan şekli veriyor?” Cevap olarak da: “Muhtemelen Cura ırmaktan geçerken kendisine baktı ve kendisi aynı insan gibiydi. Yani o kilden yapılmış şekil insanın ta kendisiydi.
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…