KONUŞAN: MUNİSE ŞİMŞEK
Hocam öncelikle Mısırlı bir akademisyen olarak Türkçeyi nasıl öğrendiniz, isterseniz oradan başlayalım.
Türkçeye merakım tesadüfen başladı. Hayatımdaki en önemli olaylar tesadüf eseri gelişti diyebilirim. Talebeyken edebiyat fakültesinde okumak istemezdim, hukuk fakültesini hayal ederdim. Babam edebiyata gideceksin diye ısrar edince ben de kabul ettim. Üniversiteye kayıt yaptırmakta biraz geç kalmıştım, bütün bölümler dolmuştu. Sadece Şark Dilleri Bölümü’nde yer kalmıştı. Mecburen oraya kayıt yaptırdım. Arapça, Farsça, İbranice, Urduca gibi Doğu dilleri üzerine derslerimiz vardı. Doğruyu söylemek gerekirse hiçbirini sevmedim. Bu yüzden ilk yıl notlarım çok kötüydü. İkinci yıl Doğu dillerinden birini seçmemiz gerekiyordu. Ben Türkçeyi seçtim. Türkçe derslerini meşhur hocalardan Hüseyin Mücib el-Mısrî okutuyordu. Hoca’yı çok sevdiğim için Türkçeyi de sevdim. Üniversiteye sevmediğim bir bölümde başlayıp ilk yıl sınıfın en kötü öğrencisi olsam da ikinci senemi okul birincisi olarak bitirecektim. Bu başarının arkasında Hoca’yı sevmek yatıyor elbette, şeyh olmazsa mürid olmaz derler. Bu sevgi ve ilgi sadece Türkçeyle kalmadı.
Arap milliyetçiliğinin merkezlerinden biri olan Mısır Osmanlı aleyhtarlığıyla özdeşleşmiş durumda. Oysa siz sıkı bir Osmanlı hayranısınız. Bir Mısırlı olarak Osmanlı’ya muhabbetiniz nasıl başladı?
Talebeyken bazen evde ders kitaplarını sesli okurdum. Tarih kitabımızda Sultan II. Abdülhamid zalim ve kan akıtmayı seven bir sultan olarak anlatılıyordu. Babamın tahsili yoktu ama benim okuduklarımı duyunca şaşırdı. “Nasıl olur da Müslümanların halifesi olarak bildiğimiz büyük insan katil veya gaddar olabilir? Size okulda yanlış okutuyorlar” dedi. Ben de, “Baba sen mi daha iyi biliyorsun, yoksa hocam mı?” dedim. Babam ise, “Ben hakikati söylüyorum, biz Osmanlı’yı seviyoruz, halifemizi sultanımızı da seviyoruz” diye karşılık vermişti.
İlk yazdığım kitap edebiyat üzerineydi ve o kitapta ben de Abdülhamid üzerine olumsuz şeyler kaleme almıştım. Sonra dördüncü sınıfta derslerimize iki hoca geldi. Biri Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin oğlu, diğeri ise bir zamanlar Malatya milletvekilliği de yapan İsmail Hakkı Şengüler’di. İkisi de çalışkan bir talebe olduğumdan beni çok sevdi. Sen ecdadımızı yanlış tanıyorsun diyerek her fırsatta Osmanlı’yı anlattılar. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin oğlu daha baskındı ve Osmanlı hakkında güzel şeyler anlatırdı. Böylece Osmanlı tarihine ilgi duymaya başladım. Hatta diğer hocaların söylediği olumsuz şeylere de itiraz ediyordum. Bunlardan biri de Hüseyin Mücib el-Mısrî Hoca idi. Onun gibi büyük bir âlim görmedim ama maalesef tarih hissiyatı yoktu. Bilgi tek başına yeterli değil, şuur da gerekli. Allah’a şükür ben bu şuuru kazandım zamanla. Doktora için İstanbul’a geldiğimde Arapça bölümünde okuyan bir talebeyle tanıştım. Adı yanlış hatırlamıyorsam Süleyman’dı. Sohbetlerimizde Osmanlı üzerine konuşuyorduk sıklıkla. Bir süre işini gücünü bıraktı, benimle ilgilendi. İstanbul’daki hocaları ziyaret ettik. Kadir Mısıroğlu ile o günlerde tanıştım. Bu süreçte Osmanlı yavaş yavaş bütün benliğime nüfuz etmeye başlamıştı.
Devamı Derin Tarih Eylül Sayısında…