Türkiye’de tarih bazen cennet bahçesi, bazen gayya çukuru. Çoğu kez “dışarı”nın realitesinden kurtulmak için sığınılan rüyâların mağarası. Yani kaçışın mekânı, uyanık olmak varken uykunun ve rüyanın dinginliği… Bütün bunların yanında bir devresi var ki insanoğlunun şu anki vaziyetiyle mütenasip olmayacak şekilde bir mayınlı arazi. Hangi hakem böyle bir arazide gördüğünü çalabilir? Yahut hangi tarihçi tehdidin gölgesinde dürüst ve vicdanlı hareket etmeyi göze alabilir?
Yakın tarihin meşru bir ahvalde konuşulabilmesi için onu esareti altına alanların bezirgânlığından kurtulması gerek. Velhasıl hassaten Millî Mücadele devrinin üzerine çöken karanlıktan kurtulmak için hakikatin güneşi üzerindeki meşum örtüyü kaldırmak ve ondan kurtulmak her namuslu tarihçinin vazifesi olsa gerek.
İstanbul’daki meclis İngilizler tarafından basılarak dağıtılmış, mebusların bir kısmı tutuklanarak hapse dahi atılmıştı. Sivas Kongresi’nde Rauf Bey’in canı pahasına verdiği söz hayata geçmiş, Ankara’da meşru bir meclisin kurulabilmesinin yolu böylelikle açılmıştı. Fakat mekânın Ankara olması hususunda acaba herkes hemfikir miydi?
Devamı Derin Tarih Kasım Sayısında…