“Biz bu mevkiyi [İstanbul’u] kendi kuvvetimizle [artık] muhafaza edemeyeceğiz. Bundan sonra bu mevki bizi muhafaza edecek. Fakat hüsn-i idare [iyi yönetim] şarttır. Ve illâ düvel-i Avrupa [aksi halde Avrupa devletleri] bizi rahat bırakmazlar. İstanbul ise her devletin matmah-ı nazarı [göz diktiği yer] olduğu halde kâbil-i taksim [taksim edilebilir] değildir. Ve eğerçi hüsn-i idareye muvaffak olamaz isek burada bir idare-i müştereke [Avrupa devletlerinin müşterek idaresi] teşekkül eder”. Cevdet Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e takdim ettiği bir layihada aktardığı bu sözler Tanzimat devrinin baş mimarlarından Mustafa Reşid Paşa’ya aittir. İstanbul’u yani Osmanlı Devleti’ne asırlardır payitahtlık yapan büyük ve ulu bir şehri koruyup koruyamayacağı konusunda ciddi şüphelere ve derin endişelere düşen, hatta ümidini yitiren devletin iki numaralı adamı çözümü/ kurtuluşu kendinden/içeriden değil dışarıdan/başkalarının şartlarından, düşmanların kendi aralarındaki çekişmelerinden medet umarak arıyor, bekliyor. Bu sözler belki bir siyasetçide olması gereken soğuk realiteyi görme ve bunu cesaretle ifade etme zaviyesinden müsbet bir şey olarak da görülebilir, bilmiyorum. (Cevdet Paşa’nın, umumiyetle takdir edip temize çıkardığı hâmisinin bu tesbitini garip bir düşünce olarak aktarmadığını da ekleyelim). Yine de en azından bu kelimelerin arasında ümitsizliğin, korku ve endişenin, tedirginliğin bir devlet adamına yakışmayacak derecede kol gezdiğini söyleyebiliriz. Fakat görüldüğü üzere burada “İstanbul nedir/neresidir”, “hangi İstanbul”, “nasıl bir İstanbul” soruları açık veya örtük olarak yoktur. Bir şekilde İstanbul’un düşmanların elinden kurtarılması yahut (hoş ve mühim bir ifade olarak) İstanbul’un kendisini ve bizi koruyup kollaması (şimdilik, her zaman?) tek başına yeterli görülmüştür.
Devamı Derin Tarih Kasım Sayısında…