Köyden kaza merkezine giden bir minibüsün camından yolun sağ ve solundaki devasa mezar taşlarını küçük bir köylü çocuğunun meraklı gözleriyle izlerken içimde oluşan burukluğu hiç unutmadım. 1980’li yıllardı. Tarih ve kültürümüzün derinliklerine kapı aralayacak “eski harflere” yabancı kalmışlığımızdan mütevellid bırakın bin yıllıkları, dedemizin mezar taşını dahi okuyamamanın derin ağırlığını içimde hep hissetmiştim. Gerek estetiğin doruğa ulaştığı Halime Hatun Kümbeti, gerekse her biri tarihin derinliklerine kök salmış bir sanat abidesi görünümünde olan bu mezar taşlarına her ne kadar yabancılaşmış ve dillerinden anlamaz olmuşsak da küçük bir çocuğa dahi lisan-ı hal ile bir şeyler anlatır gibiydiler. Biraz ötedeki Artos Dağı kadar heybetli, vakur, dimdik ayakta ama mahzun ve müteessir, sanki kendi yurtlarına yabancılaşmış gibiydiler.
Tek dertleri yeni toplumun ilgisizliği, duyarsızlığı mıydı? Hayır, duyarsızlıktan öte modern toplumun tahribat ve saldırısına da uğramıştı bu mekân. Sağlı solu o devasa mezar taşlarını seyredebildiğimiz yolu kullanan her vicdan sahibi yolcu, bir yandan Fatiha’sını okurken diğer yandan tarihimizin emsalsiz bir mirasını temsil eden bu mezarlığın ortasından neden yol geçirilmiş diye düşünmüştür.
Devamı Derin Tarih Dergisi Temmuz 2016 Sayısında…