Beyrut’un güneydoğusundaki Şuveyfât semtinin merkezinde, krem rengi bir kubbe ve bu kubbenin altında gösterişli bir mermer lahit vardır. Burada, Osmanlı’nın son döneminde yaşamış en önemli Arap mütefekkirlerden Emîr Şekib Arslan (1869-1946) yatar. Hayatının sonuna kadar İslâm birliği ve ümmet idealine sadık kalan Emir Şekîb Arslan, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaması için kendi çapında mücadele etmiş bir isimdi. II. Abdülhamid’e hayranlıkla bağlı olan Emir Şekîb, manda yönetimi başladıktan sonra Fransızlar tarafından Bilâdüşşâm’dan sürgün edilmiş, Avrupa’da yaşadığı sürgünün zorlukları da onu ideallerinden vazgeçirememişti. Emir Şekîb’in ümmet ufku, mağribden maşrıka kadar, coğrafyanın tamamını kapsıyordu. Gittiği her yerde bunun için çalışmış, önder şahsiyetlerle işbirliği yapmış, hiç...
Osmanlı sarayının kalbi olan Harem sanatın, özellikle de musikinin filizlendiği bir merkezdi. II. Selim’den başlayarak III. Murad, IV. Murad ve IV. Mehmed dönemlerine uzanan süreçte padişahların, valide sultanların ve hanım sultanların ilgisiyle şekillenen bu kültür ortamı hem sarayın ihtişamını hem de dönemin sanat anlayışını gözler önüne serer. Osmanlı’nın siyasî ve askerî gücü kadar, estetiğin ve sanatın da zirveye ulaştığı bir çağda musiki sarayla halkı, gelenekle yeniliği buluşturan bir köprü olmuştur âdeta.
Arnavut mimar, ressam ve fotoğrafçı Kole Idromeno tarafından 1910 yılında yakalanan bu kare sayesinde İşkodra şehrinin kalbine kondurulmuş; namaz vakitlerinde, bayramlarda ve cenazelerde halkın buluşma yeri olan Eski Parruce Camii’ni tanıma şansı buluyoruz. Ne yazık ki eser bir süre sonra zamana yenik düştü. İşkodra Müftüsü Salih Efendi ve halkın katkılarıyla 1936’da yeniden yapıldı ancak bu defa da 1967’de komünist rejimin gadrine uğradı. Tekrar inşa edilerek 2007’de ibadete açılan cami, yeni çehresiyle İşkodralıları bağrına basmaya devam ediyor.
Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet devrinde İstanbul’un Batı’ya açılan kapısı konumundaki Zeytinburnu, tarihî bir binada hizmet veren Kazlıçeşme Sanat’a ev sahipliği yapıyor. Bir sanat merkezi olmanın yanı sıra, Geç Roma-Erken Bizans dönemine tarihlenen dev mozaiğe ve lahite ev sahipliği yapan Kazlıçeşme Sanat, kapılarını ve sırlarını Derin Tarih okurlarına açtı.
Tarihte Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin Salahaddîn Eyyûbî’nin gölgesinde kalışı gibi, Selçuklular da Osmanlıların gerisinde ve gölgesinde kalmıştır. Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine sağlam bir şekilde bastığı zemini tümüyle Selçuklular dokumuş, Osmanlı bahçesinde açan bütün çiçeklerin tohumlarını Selçuklular ekmiştir. Tarihi böyle bir süreklilik ve devamlılık içinde ele almadığımız takdirde, düşünce ufkumuzda kopuş ve dağılışların yaşanması kaçınılmazdır. Derin Tarih olarak bu sayımızda, İslâm medeniyetinin Selçuklular döneminde temelleri atılan çok önemli bir boyutunu, tasavvufun bir kurum ve ilim dalı halinde kökleşmesini ve sistemleşmesini ele alıyoruz. Doğu ile Batı arasında bir köprü vazifesi gören Selçuklu asırları, İslâm coğrafyasının farklı havzalarının iç içe geçerek harmanlandığı, dengesini ve...
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin kurduğu Kalküta Medresesi, sömürge idaresinin yerel bilgiye ve İslâmî geleneğe yaklaşımının somut göstergelerinden biriydi. “Faydalı öğretim” adı altında şekillenen bu politika, hem yerel hassasiyetleri gözetiyor gibi görünmüş hem de Müslüman toplumları İngiliz yönetimine entegre etmenin aracı hâline gelmişti. Buna rağmen medreseler, iki asra yaklaşan bir süre boyunca kültürel ve fikrî bağımsızlığın en önemli dayanakları olarak varlıklarını sürdürdü.
Avrupa’nın doğuşu Kavimler Göçü ile ilişkilidir. Germen ve Avrasya halkları yeni devletler kurarken pek çok bakımdan yıktıkları Batı Roma İmparatorluğu’na öykünüyorlardı. Din ve devlet kurumlarının şekillenmesi, kent yönetimi, sikke üretimi ve Latincenin korunması bu durumun en dikkat çeken yönleridir. Fakat, gözden kaçan bir öykünme daha vardır: köken efsanesi! Her konuda Roma’ya öykünen istilacı kavimler, köken konusunda da ondan aşağı kalmayıp Troya (Truva) kökenli olduklarını iddia etmişlerdi. Peki neden Troya?
27 Mayıs İhtilâli’nin içerden ve dışarıdan destek gören siyasî ve iktisadi planları kadar, dinle alakalı saha için de düşünceleri, program ve projeleri vardı. 1964’te Ankara’da basılan risâleye (Tuhfetü’r-Reddiye alâ Mezhebi Saiydi’l-Kürdiyye) bakılırsa bu projelerden birisinin de Bediuzzaman Said Nursi ve Risâle-i Nur Cemaati’ni hedef aldığı görülür. Muhteva bakımından oldukça zayıf olan bu metin, “Osmanlı İmparatorluğu sabık şeyhülislâmı Mustafa Sabri” imzasını taşıması ve satıraralarında verdiği mesajlarla bu projeye dair çok şey söylemekte.
Fransa tahtında kaldığı 72 yıl boyunca imza attığı birbirinden önemli kararlarla sadece ülkesinin değil Avrupa’nın tarihini de şekillendiren XIV. Louis (1638-1715), her açıdan dikkat çekici bir hükümdardı. Bir yandan Fransız yayılmacılığını sürdürürken bir yandan bilim ve sanata yatırım yapıyor, eş zamanlı olarak mutlak monarşiyi güçlendirerek aristokrasinin ve Protestanların gücünü kırıyordu. Kendisinden sonra yaşanan onca dönüşüme rağmen, XIV. Louis’nin bıraktığı çok boyutlu tesirler, Fransa’nın reflekslerinde bugün hâlâ yaşamaya devam ediyor. Kıymetli okurlarımız, bu ay bir Fransız hükümdarının hayat hikâyesini ve icraatlarını ihtiva eden bir dosyayla karşılarına çıkmamıza belki şaşırmış olabilirler. Ancak “Güneş Kral” XIV. Louis, sadece bir Avrupa kralı değil, aynı...
Resim yoluyla veya izahatla hatırlama/hatırlatma “ebediyen anlaşılmayı” ve görülmeyi, hem de renkli ve güzel bir sanat eseri olarak temaşayı mümkün kılan kıymetli bir mekanizma. Âdeta silinmeyecek, farklı ilgi ve sebeplerle bahse konu olacak bir hafıza yenilemesi ve canlandırması. Bu işin emsalsiz üstadlarından biri olan Süheyl Ünver, 20 yapraklık “İstanbul’da Yoklar Burada” adını verdiği defterde kendi biyografisi, hayata bakışı, geleneksel sanat çalışmaları ve kıyımına şahitlik ettiği eserler hakkında resimli notlar düşmüş.