Ülkemizde genellikle “Mektûbât” adlı eseriyle tanınan İmâm-ı Rabbânî (Ebu’l-Berekât Ahmed bin Abdilehad el-Fârûkî es-Sirhindî), ilginç bir şekilde, Hint Alt Kıtası’nda tasavvufa mesafeli duran düşünürlerin de takdirini kazanmış bir isimdir. Mevlânâ Ebu’l-Kelâm Âzâd’dan Ebu’l-Alâ Mevdûdî’ye kadar pek çok şahsiyet onu övmüş, “Müceddid-i Elf-Sânî” (Hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi) sıfatını teyit eden yazılar yazmıştır. İmâm-ı Rabbânî’yi böylesine şöhrete ve hüsn-ü kabule kavuşturan şey hiç şüphesiz döneminin siyasî ve ilmî simalarıyla girdiği polemikler, bidatlere karşı verdiği keskin mücadele ve tasavvufu fasit felsefî düşüncelerden arındırmak için gösterdiği olağanüstü gayrettir. Keza Muhammed İkbâl’in onu “tasavvufun ihya edici otoritesi” olarak görmesi de aynı sebepledir. Hindistan’da Bâbürlü İmparatorluğu’nun zirve dönemlerinde, Ekber Şah ve oğlu Cihangir Şah zamanlarında yaşayan İmâm-ı Rabbânî, gerek hareketli ve bereketli hayatıyla, gerekse de şahit olduğu asrın ruhunu yansıtan vurucu eserleriyle, bugün İslâm coğrafyasında yaygın biçimde tanınan bir mutasavvıf. Özellikle Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun da kurucusu olduğu için, İmâm-ı Rabbânî’nin çağları aşan çok boyutlu tesiri, Türkiye ve diğer İslâm beldelerinde hâlâ yoğun şekilde hissediliyor. Vefatının 400’üncü yıldönümü münasebetiyle, DerinTarih olarak, İmâm-ı Rabbânî’nin hayatına, fikirlerine ve mücadelesine daha yakından baktığımız dosyamızla karşınızdayız. Dosyamızın hem İmâm-ı Rabbânî hem de Hint Alt Kıtası’nın İslâmî kimliğinin yapı taşları konusunda aydınlatıcı bir çerçeve çizdiğini düşünüyoruz. Bu vesileyle, daha evvel özel bir sayıyla selamladığımız Bâbürlü İmparatorluğu’nun dinî ve ilmî mirasının bugüne uzantılarını da yeniden hatırlamış oluyoruz. Gelecek sayımızda, hayırla görüşmek üzere…