KONUŞAN: HAVVA AKDAĞ
Hocam, Osmanlı’nın günlük hayatında suyun yeri ve önemini nasıl açıklarsınız? İslam dinindeki “necaset, abdest, gusül” uygulamaları şahsî temizlik kaidelerini ne ölçüde etkilemişti?
Her şeyden önce Müslüman Osmanlı insanının günde beş vakit namaz kıldığı kabul edilir. Ailenin bütün fertleri her gün beş defa abdest alır. Dolayısıyla elleri, yüzleri, kulakları, ayakları günde beş kere yıkanmış olur. Kolaylıkla söyleyebiliriz ki böyle bir temizlik sistemi Müslüman coğrafyalar dışında hiçbir yerde yoktur. Avrupa’da bir adamın günde beş defa böyle bir temizlik yapması düşünülemez. Zaten papazların pek yıkanmadığı bilinir. Rahibelerin kaldıkları manastırlarda yıkanma imkânları yok gibiydi. Halkın ise hamam vazifesi gören toplu yıkanma yerleri yoktu. Dolayısıyla bizim tabirlerimizle “necaset, abdest ve gusül” kavramları başta Avrupa olmak üzere yabancı toplumlarda günlük hayatın bir parçası değildir.
Teyemmüm meselesine gelince, suyun olmadığı yerde toprak, taş veya kumla abdest almak İslam dininin sunduğu kolaylıktır. Ancak bu, su unsurunun mevcut oluğu yerlerde düşünülemez. Dolayısıyla çöl, dağ, tepe gibi coğrafî şartların gerçekleriyle sınırlıdır. Tabiî Osmanlı toplumunda bu durum ancak Arabistan, Mısır çölleri ve seferî gruplar için geçerliydi. Ancak ordular için geçerli değildi; çünkü seferin yapıldığı istikametlerde belirli aralıklarda namazgâhlar tespit edilmiş, buralarda cemaatle namaz kılınmakla beraber abdest ve su ihtiyacı da düşünülmüştür. Bazı namazgâhlar hakikaten güzel ve uygun yerlerde kurulmuştu. Bu duraklarda asker, ihtiyacı olan temizliği yapabildiğinden Osmanlı ordusunda pratik bir temizlik ritüeli mevcuttu.
Türklerin, özellikle de Osmanlıların vebaya yaklaşımları nasıl olmuştu?
Bu tedavi olmaz hastalığa karşı daima folklorik tedavi yolları tavsiye edilmiştir. Bunların bir tanesi çok ilginçtir. Mesela Cengiz döneminde Şeytan Kalesi’nin kuşatılmasında kale içinde veba salgını başlamış. Ancak tesadüfen kınalı elini ağzına süren bir kadında hastalığın gerilediği Tabakât-ı Nasirî’den alınan bir metinde anlatılmış (Veba Risalesi, Âşir Efendi, Nu. 275). Süheyl Ünver Hoca’nın bulduğu bu folklorik metin Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Türkçeye tercüme edildi ve çok alaka gördü. Yine vebayla ilgili büyük bir halk deyimleri ve değerlendirmeleri var. Mesela Karacaahmet ve Edirnekapı’da yer alan kabir taşları üzerinde vebadan kaynaklanan ölümlerle ilgili deyimler tespit edilmiştir. Ayrıca vebadan ölenler hakkında birçok deyiş, taun zamanında okunacak dualar, tütsü ve muska örnekleri, ateşli hastalıklı sonucu ölenlerin kayıtları yine Süheyl Ünver Hocamız tarafından tespit edilip yayımlandı.
Bu çaresiz hastalığın uzun zaman süren korkunç etkisini gidermek için özellikle Batı dünyasında dinî seremoniler, hayalî ilaçlar düşünülmüş. Bazen vebayı getirdiği düşünülen toplumlar cezalandırılmış. Mesela hastalığın Yahudilerden geldiği düşünülerek onlara eziyet edilmiştir. Veba folkloru bunun gibi felaket yüklü hikâyelerle doludur.
Veba Selçuklular zamanında Anadolu’da da büyük tahribat yapmış. O dönemle ilgili araştırma yapan bütün tarihçiler bu konuya değinmişler. Bazen savaşları durdurmuş, bazen savaşın yapıldığı yerlerde yaşama imkânını tüketmiştir. Özellikle ilk Haçlı seferlerinde çok etkili olmuştur. Burası karışık ve çok ciddi kaynak taramasını gerektiren bir inceleme alanı. 90’lı yılların başında Feda Şamil Arık bu mühim konu hakkında Selçuklular Zamanında Anadolu’da Veba Salgınları isimli ilk ciddi çalışmalardan birini yapmıştır. Bu makale 1991 yılında DTCF’nin Tarih Araştırmaları Dergisi, 15. Cilt, 26. sayısında yayımlanmıştır.
Devamı Derin Tarih Mayıs Sayısında…